Kur’ân-ı Kerîm’de mağfiret kökünden türeyen toplam 234 kelimenin 229’u Allah’a nisbet edilmiştir (gāfir, gafûr, gaffâr, gufrân, mağfiret, istiğfâr). Bunların kırk ikisi istiğfar kavramı etrafında şekillenmiş olup sonuç itibariyle Allah’ın bağışlayıcı niteliğine râcidir. Bu arada mağfiret kelimesi bir yerde “başkasının kusurunu görmeme” anlamında insana (el-Bakara 2/263), yirmi yedi âyette de Allah’a nisbet edilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġfr” md.). Mağfiret kavramı, Kur’an’ın yaklaşık 100 sûresinde yer almak suretiyle Allah’ın engin merhamet ve bağışlayıcılığını ifade etmektedir. Ayrıca, “Şunu bilmelisin ki rabbinin bağışlayıcılığı engindir” (en-Necm 53/32) gibi müjdeleyici beyanlardan başka mağfiret kavramının geçtiği âyetlerin çoğunda mağfiretle birlikte büyük ecir, nicelik ve nitelik açısından üstün değerli rızık ve cennetlerin verileceği beyan edilmektedir.
İnsan ne kadar çaba sarfetse de kendi ölçüleri çerçevesinde bile ideal bir kişi olamaz. Hayatında yaratana ve yaratılmışlara karşı yanlış davranışlarda bulunmadığını kendi vicdanında kabul edecek birinin mevcudiyetini düşünmek kolay değildir. Bu açıdan bakıldığında en büyük saygıya lâyık olan Allah’ın kendisine karşı işlenen hataları affetmesi kişinin hayata bağlanmasını sağlamakta, ebedî âlem hususunda ümitsizliğe kapılmasını önlemekte ve onu yapıcı bir psikolojiye yükseltmektedir. Bu konudaki âyetlerin genel muhtevasından anlaşılacağı üzere affedicilik geniş kapsamlı ilâhî bir vasıf olmakla birlikte gerçekleşmesi insanda bulunması gereken bazı niteliklere bağlıdır. Bunların başında tereddütsüz iman gelir. Birçok âyette buna yararlı davranışlar da (amel-i sâlih) eklenmiştir. Enfâl sûresindeki âyetlerde (8/2-4) Allah katında yüksek dereceler, mağfiret ve tükenmez rızkın vaad edildiği tereddütsüz imanın vasıfları şöyle sıralanmıştır: Allah’ın anılması halinde kalbin korkuya yaklaşan bir saygıya bürünmesi, Kur’an âyetlerine vâkıf olunduğu oranda imanın pekişmesi, Allah’a tevekkül edilmesi, namazın kılınması ve Allah yolunda harcama yapılması.
Kanalıma abone olmak için: https://shortest.link/3jZP
Zâhid Kevserî’nin belli başlı eserleri şunlardır:
1. el-İstibṣâr fi’t-teḥaddüs̱ ʿani’l-cebr ve’l-iḫtiyâr (Kahire 1370/1951). İnsanın irade hürriyetine sahip kılındığını kanıtlamak amacıyla yazılan eserde, Mustafa Sabri Efendi’nin Mevḳıfü’l-beşer taḥte sulṭâni’l-ḳader adlı kitabında insan fiillerinin cebir altında gerçekleştiğini savunan görüşleri eleştirilmiş, Mustafa Sabri Efendi’nin bu inancı benimsemesi, kendisinin Mısır’a hicret etmek mecburiyetinde kalması gibi psikolojik sebeplere bağlanmıştır.
2. Naẓra ʿâbire fî mezâʿimi men yünkiru nüzûle ʿÎsâ ʿaleyhi’s-selâm ḳable’l-âḫire. Bu eserde de Mahmud Şeltût’un, Hz. Îsâ’nın öldüğü ve kıyametin kopmasından önce yeryüzüne inmeyeceği yolundaki görüşü reddedilmektedir (Kahire 1943).
3. Maḳālâtü’l-Kevs̱erî. Müellifin öğrencileri tarafından derlenen değişik makalelerinden meydana gelmiştir (Kahire 1952; nşr. Râtib Hâkimî, Humus 1388).
4. İrġāmü’l-merîd fî şerḥi’n-naẓmi’l-ʿatîd li-tevessüli’l-mürîd. Kevserî’nin tasavvufa dair görüşlerini ve Nakşibendiyye tarikatına mensup Mâverâünnehir bölgesinden otuz üç sûfînin ve kendisinin biyografisini içermektedir (İstanbul 1328). Esere ed-Dürrü’n-naḍîd adıyla bir şerh yazılmıştır.
5. Maḥḳu’t-teḳavvül fî mesʾeleti’t-tevessül. Tevessülün meşruluğunu kanıtlamaya yönelik bir risâledir (nşr. Vehbî Süleyman Gāvecî, baskı yeri yok, 1417/1997).
6. Teʾnîbü’l-Ḫaṭîb ʿalâ mâ sâḳahû fî tercemeti Ebî Ḥanîfe mine’l-ekâẕîb. Hatîb el-Bağdâdî’nin İmam Ebû Hanîfe hakkında ileri sürdüğü asılsız isnatlara karşılık vermek amacıyla kaleme alınmıştır (Kahire 1942). Râvi ve rivayetlerle ilgili bazı kriterlerin ortaya konduğu esere birkaç reddiye yazılmıştır. Bunlardan Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî’nin Ṭalîʿatü’t-Tenkîl bimâ verede fî Teʾnîbi’l-Kevs̱erî mine’l-ebâṭîl adlı reddiyesine (Kahire 1942) Kevserî et-Terhîb bi-naḳdi’t-Teʾnîb adlı risâlesiyle cevap vermiş (Kahire 1949) ve Yemânî’yi yeni türeyen mezhepsizlik akımına nisbet etmiştir. Yemânî’nin buna karşı yazdığı et-Tenkîl limâ verede fî Teʾnîbi’l-Kevs̱erî mine’l-ebâṭîl adlı eser Kevserî’nin vefatından sonra Nâsırüddin el-Elbânî ve Muhammed Abdürrezzâk Hamza tarafından bazı dipnotlar ve ta‘liklerle beraber yayımlanmıştır (Kahire 1386; Riyad 1403/1983, 1406/1986). Muhammed Abdürrezzâk Hamza, Kevserî’nin Yemânî için kaleme aldığı reddiyeye el-Muḳābele beyne’l-hüdâ ve’ḍ-ḍalâl: Ḥavle Terhîbi’l-Kevs̱erî bi-naḳdi Teʾnîbihî adlı bir kitapla karşılık vermiştir (Kahire 1370).
7. en-Nüketü’ṭ-ṭarîfe fi’t-teḥaddüs̱ ʿan Rudûdi İbn Ebî Şeybe ʿalâ Ebî Ḥanîfe. İbn Ebû Şeybe’nin, 125 ana meselede Ebû Hanîfe’nin sahih hadislere muhalefet ettiğine ilişkin iddiasına karşı yazılmıştır (Kahire 1365).
8. Târîḫu’l-fıraḳı’l-İslâmiyye: Menşeʾühâ ve’ḫtilâfühâ ve esbâbü taʿaddüdihâ ve teṭavvurihâ ve es̱eru ẕâlik fi’l-müctemaʿ (Hâmid İbrâhim Muhammed, s. 64).
9. et-Taḥrîrü’l-vecîz fîmâ yebtaġīhi’l-müstecîz. Müellifin mensup olduğu ilim silsilesinde yer alan âlimlerin ve icâzet verdiği talebelerinin isimlerini içeren bir eserdir (sebet) (Kahire 1941; nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde, Halep 1413/1993).
10. Min ʿiberi’t-târîḫ. Başından beri İslâm’a düşmanlık yapanlara dair bilgiler içerir (Hâmid İbrâhim Muhammed, s. 65).
11. İḥḳāḳu’l-ḥaḳ bi-ibṭâli’l-bâṭıl fî Muġīs̱i’l-ḫalḳ fî tercîhi’l-ḳavli’l-ḥaḳ. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’ye ait Muġīs̱ü’l-ḫalḳ adlı eserde savunulan, İmam Şâfiî’nin en büyük müctehid ve en iyi mezhebin kurucusu olduğu, Ebû Hanîfe ile mezhebinden daha üstün kabul edilmesi gerektiği yolundaki iddiaya karşı yazılmıştır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in veziri Amîdülmülk el-Kündürî’nin girişimleriyle Nîşâbur’dan ayrılmaya mecbur bırakılan Cüveynî eserini, kendisini Hanefî mezhebi konusunda olumsuz bir düşünceye sevkeden bu olayın etkisiyle yazmıştır (Kahire 1360, 1988; Beyrut 2003).
12. el-İşfâḳ ʿalâ aḥkâmi’ṭ-ṭalâḳ. Ahmed Muhammed Şâkir’in Niẓâmü’ṭ-ṭalâḳ fi’l-İslâm adlı eserinde yer alan talâka dair hükümlerin eleştirisidir (Kahire, ts.).
13. el-İfsâḥ ʿan ḥükmi’l-ikrâh fi’ṭ-ṭalâḳ ve’n-nikâḥ. Ebû Hanîfe’nin cebir altında vuku bulan talâk ve nikâh hakkında çağındaki âlimlerin değerlendirmelerine cevap verdiği bir risâledir (Hâmid İbrâhim Muhammed, s. 67).
14. Ṣafaʿâtü’l-burhân ʿalâ ṣafaḥâti’l-ʿUdvân. Muhibbüddin el-Hatîb’in Mecelletü’l-Ezher’de yazdığı “ʿUdvânü ʿulemâʾi’l-İslâm yecibü en yekûne lehû ḥad yeḳıfu ʿindeh” adlı makalesinde hadis âlimlerine yönelttiği eleştirilere cevaptır (Dımaşk 1348).
Kaynak ve devamı için: https://islamansiklopedisi.org.tr/zahid-kevseri
...
https://www.youtube.com/watch?v=gTntPEI0_zU
Sözlükte şerh “eti kesmek; bir şeyi genişletip yaymak; sözün kapalı kısımlarını açıklayıp anlaşılır hale getirmek” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “şrḥ” md.; el-Muʿcemü’l-vasîṭ, s. 477). Literatürde sonuncu mânadan hareketle sözlü veya yazılı olarak bir konuda yapılan açıklamalara şerh denmiş, böylece ilimler tarihinde şerh bir telif türü şeklinde ortaya çıkmıştır. Şerhler bir ilim dalında meşhur olmuş genellikle muhtasar metinler üzerine kaleme alınan, bunlardaki kapalı ifadelerin açıklandığı, eksik bırakılan hususların tamamlandığı, hatalara işaret edildiği ve örneklerin çoğaltıldığı eserlerdir. Ancak Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ı, Müberred’in el-Muḳteḍab’ı ve İbnü’s-Serrâc’ın el-Uṣûl’ü gibi geniş hacimli eserler hakkında da önemleri, kapalı veya anlaşılmayan kısımlarının bulunması dolayısıyla şerhler yazılmıştır. Şerh müellifleri genellikle metin müelliflerinden farklı kişiler olmakla birlikte bazı metin yazarlarının kendi eserlerini şerhettiği de olmuştur. İbn Mâlik et-Tâî’nin Teshîlü’l-Fevâʾid ve tekmîlü’l-Maḳāṣıd adlı eseriyle İbn Hişâm en-Nahvî’nin Şüẕûrü’ẕ-ẕeheb ve Ḳaṭrü’n-nedâ isimli kitaplarına yazdıkları şerhler bunlardan bazılarıdır. Öte yandan şerh üzerine şerhler de kaleme alınmıştır. Ancak genelde şerhlere dair yapılan açıklama, eleştiri ve ilâve tarzı notlardan oluşan eserler hâşiye, hâşiyelere dair yazılan notlar ise ta‘lik/ta‘lîkāt diye adlandırılmıştır. Şerhler umumiyetle bir eserin bütününü açıklamak amacıyla kaleme alınır. Fakat Mübârek b. Fâhır’ın Şerḥu Ḫuṭbeti Edebi’l-kâtib (İbn Kuteybe), Fîrûzâbâdî’nin Nuġbetü (Buġyetü)’r-reşşâf min ḫuṭbeti’l-Keşşâf (Zemahşerî) adlı eserleri gibi yalnız önemli görülen mukaddimeleri şerhedilen eserler de bulunmaktadır (DİA, XXXI, 116). Yine bazı eserlerde geçen şevâhid hakkında yazılmış çok sayıda şerh mevcuttur. Abdülkādir el-Bağdâdî’nin Ḫizânetü’l-edeb’i, Radıyyüddin el-Esterâbâdî’nin İbnü’l-Hâcib’e ait el-Kâfiye’ye yazdığı şerhte yer alan şâhid beyitleri açıklamak için kaleme alınmıştır.
Kâtib Çelebî, eser telifinin gayelerini yedi madde halinde özetlerken kapalı kalmış hususları açıklama ve eserdeki hataları düzeltme nevilerine de yer verir. Aslında her müellif eserini şerhe ihtiyaç kalmadan anlaşılması için yazdığı halde daha çok üç sebeple şerhe ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Birincisi eserin müellifi zekâ, kabiliyet ve birikiminin seviyesi çerçevesinde incelediği konuyu kendince yeterli bir hacimde ortaya koysa da her okuyucu aynı seviyede olmadığından eserin şerhine ihtiyaç duyulur. İkincisi başka bir ilmin alanına girmesi dolayısıyla bazı temel bilgilere yer verilmemesi, bazılarının düzenlenmesinin ihmal edilmesi veya bazı hükümlerin illetlerinin belirtilmemesidir. Üçüncü sebep eserde yoruma muhtaç veya mecazi ifadelerin kullanılmasıdır. Ayrıca bazı eserlerde görülen yanlışlık ve eksikliklerin giderilmesi de şerh yazmayı gerekli kılar (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 35-37). Şerh yazımında, genellikle ders kitabı olarak okutulan özlü metinlerin açıklanması suretiyle eğitim faaliyetine yardım edilmesinin yanı sıra geniş ilmî tartışmaların yapılması gibi etkenler de rol oynamıştır. Bu türden şerhlerde esas alınan metnin bir problemler veya önermeler listesi şeklinde kabul edildiği görülür. Söz konusu şerhlerde metin müellifinin ne demek istediği açıklanmakta, ardından konuyla ilgili görüşler tartışılmakta, sonunda şerh yazarının düşüncelerine ve itirazlarına yer verilmektedir (Anay, VII/76 [1996], s. 13). Bu bakımdan şerhin hitap ettiği okur kitlesine bağlı olarak öğretime yönelik şerhlerin kolay bir üslûpla, doğrudan ilmî katkı ve tartışmaya yönelik şerhlerin nisbeten zor anlaşılır bir üslûpla kaleme alındığı görülür.
Kaynak ve devamı için: https://islamansiklopedisi.org.tr/serh
...
https://www.youtube.com/watch?v=TGHSyGS5xeU
Kanalıma abone olmak için: https://shortest.link/3jZP
Hoşsohbet ve fevkalâde nüktedan, anlaşılması zor dinî meseleleri kolayca özetleyip izah etme, konuları ibret alınacak hikâyelerle veciz bir şekilde anlatma ve öğretme yeteneğine sahip bir halk vâizi olan Muzaffer Ozak’ın vaaz ve hutbeleri, konuları ele alış ve sunuş tarzı yabancıların dikkat ve ilgisini çekti. Kudüs, Bağdat, Şam ve Kahire gibi şehirlerde yaptığı tasavvuf sohbetlerini Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Fransa’da da yapması ve tarikat âyinlerinden örnekler sergilemesi için kültür-sanat festivalleri düzenleyen resmî ve özel kuruluşlardan davetler aldı. 1970’li yılların sonlarından itibaren müridleriyle birlikte bu davetlere katıldı. Bu ülkelerde yaptığı tasavvuf sohbetlerinin dinleyiciler üzerinde bıraktığı tesir kendi yurttaşları üzerindeki tesir kadar müsbet oldu. Bunda heybetli ve etkileyici bir görünüşe sahip olmasının yanında İslâmiyet’e ilgi duyan herkese aşk ile hizmeti görev bilen bir âşık olmasının büyük payı vardır. Nitekim kendisi, Yûnus Emre tarzında yazdığı şiirlerinde kullandığı “Aşkî” mahlası ile bunu ifade etmek istemiştir.
Muzaffer Ozak, Avrupa ve Amerika seyahatleri sırasında Allah ج katındaki tek dinin İslâm olduğu âyetini özellikle vurgulamış, bu ifadeye açıklık getirmek üzere bütün peygamberlerin tek ilâha inanma sistemi olan İslâm’ı tebliğ ettiklerini, ancak hıristiyan ve yahudilerin bu birliği kavrayamayıp tarih boyunca peygamberlerin hatta azizlerin adlarına göre dinler ürettiklerini, gereksiz yere bunu bir rekabet ve çekişme konusu yaparak durmadan savaştıklarını, halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberler arasında ayırım yapılmaması gerektiğinin ifade edildiğini belirtmiş, böyle ayırım yapan bir müslümanın dinden çıkmış sayılacağına dikkat çekmiştir. Hümanizm adı altında her dinden bir şeyler alıp birleştirerek bir dünya nizamı veya dini kurmaya çalışmanın yersiz olduğunu, ayrıca insan yapımı uydurma bir din olması dolayısıyla bunun dünya ve âhiret için tehlikeli bir iş olacağını her fırsatta tekrarlamıştır. Katı veya eskimiş saydıkları bazı hükümleri eleştirerek İslâm’ı küçük düşürmek isteyen hıristiyan ve yahudi cemaati mensuplarına kendi dinlerinden örneklerle cevap vermiş, diğer semavî dinlere yabancı olmadığını ve konuya tek taraflı bakmadığını ortaya koymuştur. Muzaffer Ozak, Nûreddin Cerrâhî Tekkesi’nde on dokuz yıl irşad faaliyetinde bulunduktan sonra 13 Şubat 1985 tarihinde vefat etti ve tekkenin türbe kısmına defnedildi.
Detaylı bilgi için: https://islamansiklopedisi.org.tr/ozak-muzaffer
...
https://www.youtube.com/watch?v=B_vbTuFNJkw
Kanalıma abone olmak için: https://shortest.link/3jZP
Bayram Ali Öztürk kimdir?
İmam ve vaiz Bayram Ali Öztürk 3 Eylül 2006 tarihinde İsmailağa Camii'nde verdiği sohbet sırasında Mustafa Erdal adlı kişi tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Oğlu Mahmut Öztürk, babasının Ergenekon örgütü tarafından öldürüldüğünü iddia etmiştir ve cinayetin aydınlatılmasını yetkililerden istemiştir.
Ziyade bilgi için: https://www.ismailaga.org.tr/bayram-hocanin-hayati
...
https://www.youtube.com/watch?v=ijUOfLstNy8
Kamil bir imana sahip olabilmek ancak Hz. Peygamberi ص kendi nefsimizden daha fazla sevmemizle mümkündür. “Peygamber, müminler için kendi öz nefislerinden daha evladır” (Ahzab, 6) âyeti kerimesi ile kulların göz bebeği Hz. Peygambere ص mutlak bir öncelik tanınması, mümince yaşarken her davranışın bu şuuru içermesi gerektiği belirtiliyor.
Hz. Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî ق şöyle buyuruyor: “Bahar gelmekle taş yeşermez. Toprak gibi yumuşak ol ki sana da bir Muhammedi güneş huzmesi gelirse Muhammedi feyizler bitsin, halk olsun!”
Allah’ın ج rahmeti her daim üzerimizdedir. Bir an bile kesilse hiç bir alem yaşanabilecek bir halde kalmaz. Nasıl ki Allah’ın ج rahmetine her an muhtaçsak, bu ilahi rahmetin kaynağı olan Rasulullah Efendimiz’e ص olan daimi muhabbetin kalbimizde olmasına muhtacızdır.
Biz en şereflisi, Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed’i ص anlamak ve sevmek mecburiyetindeyiz çünkü onun bize olan sevdası benzersizdir. O en seçkin insandır, varlık sebebidir, ama o kulluğu tercih etmiştir. Kulluğa giden ana yol Peygamber Efendimiz’e ص benzemekten geçer. Biz Peygamber Efendimiz’i ص kendi hayatımıza ne kadar rehber edebilirsek, O’na olan muhabbetimiz o kadar artar. Peygamber Efendimiz’e ص olan aşk, O’na giden yolun rehberidir. Civâr-ı huzurunun anahtarı ona benzemeye çalışmakla elde edilir. Fahr-i Kâinat Efendimizin ص nuruyla ancak kendimizi, ailemizi, dünyevîliklerimizi ve sevdiklerimizi fedâ ederek nurlanabiliriz. Kamil bir imana sahip olabilmek ancak Hz. Peygamberi ص kendi nefsimizden daha fazla sevmemizle mümkündür. “Peygamber, müminler için kendi öz nefislerinden daha evladır” (Ahzab, 6) âyeti kerimesi ile kulların göz bebeği Hz. Peygambere ص mutlak bir öncelik tanınması, mümince yaşarken her davranışın bu şuuru içermesi gerektiği belirtiliyor.
Kaynak ve devamı için: https://www.islamveihsan.com/kamil-bir-imana-sahip-olmanin-sirri.html
...
https://www.youtube.com/watch?v=cAjNQWAoaQI
Dervişlik der ki bana
Sen derviş olamazsın
Gel ne deyeyim sana
Sen derviş olamazsın
Derviş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
Dilin ile şakırsın
Çok mailer okursun
Vara yoğa kakırsın
Sen derviş olamazsın
Kakımak varmışsa ger
Muhammet de kakırdı
Bu kakımak sende var
Sen derviş olamazsın
Doğruya varmayınca
Mürşide yetmeyince
Hak nasip etmeyince
Sen derviş olamazsın
Derviş Yunus gel imdi
Ummanlara dal imdi
Ummana dalmayınca
Sen derviş olamazsın
Yunus Emre ر
...
https://www.youtube.com/watch?v=e-QkpQEOgys
#sohbet #akıl #islam
İnsana verilen nimetlerin en mühimlerinden biri de bilhassa akıl nimetidir. Akıl nimeti vahyin muhtevâsı içinde kullanıldığında bizi huzur ve saâdete götürecek bir nimettir.
Lâkin;
Bu nimeti kullanırken şayet vahyin dışına çıkılırsa, akıl nimet olmaktan çıkar, iki cihânımız için felâket olur.
Hak ve hakikatten ayrılan ve aklın putperesti olan filozofların birçoğu çıldırmış, kimi tımarhâneye düşmüş, kimi de intihar etmiştir. Hiçbiri huzur bulamamıştır. Onların felsefesiyle saâdete kavuşan ne bir fert ne de bir toplum gösterilebilir. Onların hevâ ve heves mahsulleri, ancak zâlimlere sermâye olmuştur.
Lâkin bu bedbahtlar, şeytan süslemesiyle insanlara yol göstericiler -imiş- gibi reklâm edilmişler, binlerce insan bunları takip etmek yüzünden dalâlete / sapıklığa düşmüş ve zulme dûçâr olmuşlardır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Aralık, Sayı: 226
...
https://www.youtube.com/watch?v=vr0N2K8yfnw
Sinan’ın Sâî Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı kabul edilen ve biyografisini ayrıntılı biçimde veren Tezkiretü’l-bünyân’da onun ağzından şunlar anlatılmaktadır: “Bu hakir, Sultan Selim Hân-ı Evvel’in gülistân-ı saltanatının devşirmesi olup Kayseriye sancağında ibtidâ oğlan devşirmek ol zamanda vâki olmuştur.” Yavuz Sultan Selim döneminde yalnız Rumeli’den değil Anadolu’dan da devşirme yapılabileceği konusunda karar alınmıştır. Ayrıca bu sultanın ölümü üzerine bizzat Sinan’ın yazmış olduğu bir şiirde devşirmelik durumu şöyle tekrarlanır: “Anın devşirmesiyem ben kemîne / Aceb lutf eylemiştir bu hazîne.” Daha sonraki yıllarda Sinan’ın Kayseri’deki akrabalarıyla yazışmaları ve ilişkileri devam ettiğinden belgelerle de desteklenen Kayseri-Ağırnas kökeni gerçeğe uygundur. Bu verilere göre Sinan’ın Hırvat, Slav, Acem veya Bosna kökenli olmadığı açıktır. Ayrıca çokça tekrarlandığı gibi dönme (mühtedi) değil devşirmedir. Onun hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olması ailenin etnik kökenini açıklayabilecek yeterli ipucunu vermemektedir. O dönemdeki Kayseri müslüman Türk, hıristiyan Türk, hatta Moğol kalıntılarının yayıldığı bir alan olduğundan inanç sistemine dayalı ayırımlarla sağlıklı sonuçlara varmak mümkün değildir. Bu bakımdan onu belirli bir etnik grup, ırk ya da cemaate bağlama çabaları, kuşkusuz Osmanlı mimarisini de töhmet altına sokan polemiklere alt yapı hazırlamak anlamına gelmektedir.
Hangi tarihte devşirildiği bilinmemekle birlikte İstanbul’a geldiğinde yirmi iki yaşında olduğu ileri sürülür. Bu bakımdan onun 896 (1491) yılından önce doğduğu kabul edilir. Sinan’ın hayranlık uyandıran büyük yapılarla süslü İstanbul’un en canlı noktasında, sultanın sarayına ve Ayasofya Camii’ne yakın bir yerde Atmeydanı’na bakan bir okulda eğitimine başladığı anlaşılmaktadır. Bu eğitiminin de ne kadar sürdüğü belli değildir. Bu sırada kendi isteğiyle neccârlık sanatına eğilim gösterdiğini bizzat kendisi belirtir. Yavuz Sultan Selim döneminde orduyla birlikte Çaldıran’da bulunduğuna dair bilgiler şüphelidir. Kendisinin bir süre padişahın hizmetinde Arap ve Acem diyarlarını gezip dolaştıktan sonra yine İstanbul’a döndüğü yolundaki ifadeleri böyle bir kanaate yol açmıştır. Ancak Mısır seferine katıldığı ve mimari çevreyi tanıdığı, Selçuklu ve Safevî dönemi yapıları kadar antik yapılar ve Mısır piramitlerinin onu çok etkilediği, mimari-şehir ilişkileri konusunda zengin bir birikim kazanmış olduğu açıktır.
Sinan’ın Osmanlı cami kütlesine eklediği en önemli unsurlardan biri de yan cephelere yerleştirdiği revaklardır. Tek veya iki katlı olarak narin sütunlarla desteklenmiş çıkıntılı ahşap örtüleriyle göze çarpan yarı açık mekânlar cepheyi hareketlendirmekte, ibadet yapılarına sivil mimarinin çağrışımlarını yüklemektedir. Süleymaniye ve Edirne Selimiye’de ayrılmış bir parça olarak cephelere eklenen bu unsur, daha sonra Sinan’ın öğrencileri tarafından devralınarak Sultan Ahmed Camii ve Eminönü Yenicami’deki uygulamalarıyla devam etmiştir. Selçuklu camilerinin yatay geliştirilmiş kütleleri Beylikler devrinden başlayarak bir yükseliş göstermiş, Sinan yapılarında bu hareket dengesini bulmuş, İstanbul’daki sultan camilerinde olduğu gibi yapı kütlesi bir eşkenar üçgenle örtüşebilen oranlarla tesbit edilmiştir. Yükseliş Sinan’dan sonra devam etmiş, fakat piramidal dengenin yukarıya doğru zorlanışı klasik çağdaki uyumu yok etmiştir.
Detaylı bilgi için:
...
https://www.youtube.com/watch?v=lwKTk8dO3Lg